fikriyet
  Anasayfa | Resimler | Videolar | Yazar Ol | Yazar Girişi | Gönder | Facebook'ta Paylaş | adresi kaydet  Adresi Kaydet | Arama | RSS RSS

KATEGORİLER

  | kapat

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HABER ARA


Gelişmiş Arama

Habertürk'ün Orgeneral İlker Başbuğ ile yaptığı röportaj

Kategori  Kategori: Güncel Yorumlar  Yorum Sayısı : 1 Tarih  Tarih : 12-Şubat-2010, 21:49   : 11174
Fazıl Kara
Yazar: Fazıl Kara
Habertürk'ün Orgeneral İlker Başbuğ ile yaptığı röportaj

Odasının önündeki Kanuni Sultan Süleyman'ın kılıcı ve "Yeter yahu! Sabrımız taştı diyoruz" sözleri röportajın en çarpıcı detaylarından biriydi.

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto

Habertürk’ten Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile makamında bir röportaj yaptılar.

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un makam odasının hemen önündeki camekânda bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın kılıcı üzerindeki Farsça bir beyit, Murat Bardakçı’nın dikkatini çekiyor.

Kılıcın üzerinde yazan Farsça beyit: "Düşmanların, kılıcını savurduğun zaman dört bir yana yıkılırlar; bu kılıcın çeliğine sanki şarap verilmiştir"

 

Murat Bardakçı bugün bu beyit açıklayan uzun bir yazı yazdı:

Şimdi, bu beyitteki edebî sanatları açıklayayım:

Kılıcın çeliği, bilindiği gibi su verilerek sertleştirilir ve böylelikle daha da keskin olması sağlanır. Beyti yazan şair, kılıcın kanla sertleştirildiğini hatırlatıyor, bunun için kanın mecazı olan şaraptan faydalanıyor, "bu kılıca kan verilmiştir" derken "istiâre" sanatını yapıyor.

Beyitte bir başka edebî sanat daha var: Eski edebiyatta, Müslüman bir askerin "Allah" nidası ile ve kendinden geçmiş gibi hücum ettiğine, muharebenin verdiği şevkten dolayı transa girdiğine, sarhoş gibi olduğuna inanılır. Hükümdar da kılıcı ile düşmana saldırdığında aynı vaziyettedir, yani "Allah" diyerek kendinden geçmiş gibidir ve bu hâli şarap içmiş olanları hatırlatmaktadır.

Beyitte yapılan bu ikinci edebî sanata, "kinaye" denir.

Kanuni Sultan Süleyman'ın kılıcındaki beytin geniş tercümesi şudur:

"Çelik, su verdikçe keskinleşir. Senin kılıcın, düşmanların akan kanlarından dolayı daha da keskin bir hâle gelmiştir. Sen, savaş meydanında elindeki bu kılıçla hücuma geçtiğin anda kendini öyle bir kaybedersin ki, sanki şarap içmiş gibisindir ve bu yüzden kılıcına daha fazla su verilmiş, o kılıç çok daha keskin kılınmış olur."

 

 

kanuni sultan süleyman kılıcı

(Kanuni Sultan Süleyman'ın kılıçlarından biri) 

Ve işte röportajda konuşulan gündeme ilişkin çarpıcı konulardan bazıları:

 

- İlker Bey, başta sordum ama onu sonra konuşuruz dediniz. Artık konuşalım. "Sabrımızı taşırmayın" anlamında açıklamalarınız var. Bugün bize de benzer şeyler söylediniz. Ne demek bu. Sabır taşarsa ne olur? Ne kastediyorsunuz?

- Siz bunu yazınızda da sordunuz. Evet bizim de sabrımızın bir sınırı var.

- Peki taşarsa ne olur? Aklımıza kötü şeyler geliyor.

- Fatih Bey, şunu bilin, biz her şeyimizi hukuk devleti sınırları içinde yaparız. Sabrımızı taşırmasından kastım şudur: "Biz bütün bu olayların, bize karşı yapılanların arka planını biliyoruz."

- Eee, biliyor ve susuyor musunuz?

- Evet. Tam da öyle, biliyor ve susuyoruz. Birileri gerekeni yapar diye susuyoruz ve bekliyoruz.

- Niye?

- Çünkü ben devlet adamıyım. Devlet adamı gibi davranmam lazım. Devlete ve hukuka saygımız var ama bunun da bir sınırı var?

- İşte mesele burada. Bu sınır aşılırca ne olur? Devlet adamı olmaktan vaz mı geçersiniz. Devlete saygınız mı kaybolur?

- Hayır asla!

- Peki ne yapacaksınız o sınır aşılınca?

- Bildiklerimizi halkla paylaşmaya başlayacağız. Bizim de elimizde pek çok bilgi var. Bunları açıklamak zorunda kalacağız. Biz de hukuk yoluna gideceğiz. Hakkımızı arayacağız.

- Peki bunları paylaşmıyor musunuz? Hükümetle, ülkeyi yönetenlerle.

- Ben her şeyi hem Cumhurbaşkanı, hem de Başbakan'la paylaşıyorum.

- Dikkate alınmıyor mu?

- Fatih Bey, yetkili makamlar şikâyet makamı değildir. Ben şikâyet ediyorum zannetmeyin. Ben sorunları paylaşıyorum. Şunu söyleyebilirim. Devlet bu konuda aynı fikri paylaşıyor.

- Siz bunları niye açıklamıyorsunuz o zaman. Açıklayın.

- Ciddiyetimizden dolayı. Bizde de belge var, bilgi var. Hepsini derledik, derliyoruz. Biz lafla yapamayız başkaları gibi. Biz somut verileri koyarak yaparız bir şey yapacağımız, bir şey açıklayacağımız zaman. Gerek olursa açıklanır. O zaman bunu yapanlar düşünürler.”

 

 

“…Tam burada Orgeneral İlker Başbuğ’un yıllardır bildiğimiz kibar, kontrollü tavrı biraz da olsa bozuluyor. Gözleri parlıyor. Belli ki çok öfkeli. Kontrol ediyor ama zorlukla. Önce bizi biraz geçmişe götürmek istiyor. İnebahtı Savaşı’na giriyor. Bu savaşla Osmanlı’nın Akdeniz‘deki hâkimiyetini kaybetmesini anlatıyor. Sonra Karadeniz’e geliyor. Kazaklar’ın Yeniköy’e kadar gelmesine değiniyor. Büyük devletlerin denizlere hâkim olmasının önemine değiniyor. Denizlere hâkim olamayan devletlerin, hele bizim gibi devletlerin ciddi sıkıntıya gireceğini anlatıyor. Sonra Türk Deniz Kuvvetleri’nin yeterince güçlü olduğunu, bir eksiğinin bulunmadığını, Milgem Projesi ile artık kendi gemilerimizi, kendi tersanelerimizde üretecek hale geldiğimizi ve milli firkateynimizin yapıldığını söylüyor. Deniz Kuvvetleri’nin durum ve gücüyle ilgili endişesi yok. Bunu vurguluyor. Sonra başlıyor anlatmaya:

 

- Karadeniz’in önemi giderek artıyor. Doğu Akdeniz’inki zaten malum. Son dönemlerde meydana gelen olayları anımsarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Bu yüzden biz Doğu Karadeniz’de de bir üs kurduk biliyorsunuz. Osmanlı’yı konuştuk. Denizler önemli. Karadeniz giderek daha önemli oluyor. Bakın biz bugün bir hata yaparsak bedeli bugün ödenmez. Ama 60 yıl sonra birileri der ki: “Ne vahim hata yapmışlar. Uyumuşlar. Görememişler.” Bugün hata yaparsak faturasını 40 yıl sonra, 60 yıl sonra öderiz. Benim bir kaygım yok. Deniz Kuvvetlerimiz çok güçlü. Modern. Ama son olaylarla Deniz Kuvvetleri’ndeki personelimizin moral durumunda ciddi sıkıntılar, ciddi sorunlar var. Bu konuda büyük endişelerimiz var. Hepsinin komutanı olarak bu beni rahatsız ediyor.”

 

“- Ne iddiasıymış bunlar. Hadi bakalım iddialara. Ne yazıldı aylarca, Deniz Kuvvetleri Komutanı’na suikast yapılacaktı. Her gün komutana suikast, komutana suikast, komutana suikast. Ne yapmak istiyorlar? “Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast yaparlar” demeye, herkesi buna inandırmaya çalışmadılar mı? Bence çalıştılar. Peki ne oldu? İşte 5. iddianame çıktı. Okudunuz mu?

-Okuduk.

- Suikast girişimiyle ilgili tek satır var mı?

-Gördüğümüz kadarıyla yok.

- Ben hepsini gördüm. Yok. Tek bir satır bile yok suikastla ilgili. Eee, ne oldu? Hani bunlar kendi komutanlarına suikast yapacaklardı? Nerede? Aylarca suikast, suikast, suikast. İddianame çıktı işte. Tek satır yok yahu. Tek satır. Ne oldu suikast. Şimdi bana biri bunun yanıtını versin. Hani suikast yapacaklardı komutanlarına. 5. iddianamede, yani konuyla ilgili iddianamede yok. Bunun hesabını kim  verecek? Böyle rezillik olur mu? Trabzon’da yaptığım konuşmada açık açık söyledim. İddiayı iyi inceleyin diye. Aylarca suikast diye bağırdılar. Ama şimdi yok. Yokmuş. Eee, ne oldu? Yokmuş. Yeter yahu! Sabrımız taştı diyoruz, siz de soruyorsunuz, “Taşarsa ne olur” diye. Ama işte bunlar sabrı taşırıyor.

 

 

“Biz gerekeni yapıyoruz ve yapacağız. Ama bakın bütün bunlar benim askerimin moralini bozuyor. Ben askerimin moralini bozan herkesle savaşırım.”

 

 

“Fatih Bey, askerin morali sadece benim sorunum değildir. Bu ülkenin sorunudur. O yüzden bu sorunuzu kabul etmiyorum. Morali bozuk bir ordu, ülkenin sorunudur.”

 

 

“Bakın burası Türk Silahlı Kuvvetleri. Muz cumhuriyeti ordusu değil. Burada disiplin tamdır. Yüzde bin tamdır. Emir komuta zinciri tamdır. Genç subaylar sorunu yoktur. Olmaz da. Geçen ay Silahlı Kuvvetler’deki tüm generalleri topladım. Konuştum. Keşke bütün personeli, teğmenler dahil toplayıp konuşabilecek bir imkânım olsa. Bazı şeyleri benden duymaları, komutanla konuşmaları başka. Ama ne yazık ki, fiziken mümkün değil. Ama yarın Gölcük’e gidiyorum. Neden? Az önce bahsettiğim moral bozukluğuyla mücadele için. Şunu herkes bilsin. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde emir komuta ve disiplin tamdır. İşte benim dönemime bakın. Bir tek ses çıktı mı Silahlı Kuvvetler’den. Bir çıt çıktı mı? Bir demeç var mı benim dışımda? Tek bir çatlak ses oldu mu bu dönemde? Olmadı. Olmaz. Ama şunu da söyleyeyim, bu arkadaşları çok da sıkmasınlar (eliyle sıkma işareti yaparak).

 

 

“- İlker Bey, bir süreden beri Türk Silahlı Kuvvetleri'nin artık değişmesi gerektiği konuşuluyor. Hatta orduyu lağvedelime kadar işi getirenler oldu. Bir yazar, Yeniçeri Ocağı'na benzetti TSK'yı. Türk Ordusu değişmeli mi?

- Abuk sabuk lafları bir kenara bırakalım bir kere. Üzerine yorum yapmaya, konuşmaya değmez olanları bırakalım ve değişim meselesini ele alalım. Önce değişim ne demek? Kelime anlamı ne? (Orada bulunan bir sözlüğü eline aldı bu sırada.) Bakın Türk Dil Kurumu Sözlüğü, değişim maddesinde ne yazıyor. "Başka bir duruma veya biçime girmek. Tahavvül etmek." Bir diğer anlamı da şuymuş: "Yerine başka bir şey veya kimse gelmek."

Eğer bu anlam üzerinden gideceksek düşüncem şu: "Türk Silahlı Kuvvetleri değişmez, değiştirilemez."

Kavramsal olarak bunu söyledikten sonra şunu ortaya koyalım: TSK'nın geçmişini, temel değerlerini düşünelim. Ki bence bunlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin de temel değerleridir.

Atatürk sevgisi, ulus devlet, üniter devlet, cumhuriyetin temel ilkeleri. Bunlar değişebilir mi? Bunlar değişmezse Türk Silahlı Kuvvetleri de değişmez. Değişemez.

Bakın bazı şeyler vardır ki, değişmez. Bu saydıklarım bu ülkenin, bu devletin kuruluş felsefesidir. Bunlar çok önemlidir. Bu saydıklarım ne 1921 Anayasası'nda vardır, ne de son Anayasa olan 1982 Anayasası'nda. Orada ne ulus devlet yazar, ne üniter devlet. Ama kuruluş felsefesinin temelinde bu vardır. Bunları sorgulamaya başlarsak kuruluş felsefesini zora sokarız. Ortadan kaldırırız. Eğer bu ülkenin ulus devlet niteliğini çürütürseniz sorunlar başlar.

Bakın olmaz. Gevşek federatif yapı Avrupa Birliği'nde bile tartışma konusu. Fransa ulus devlet değil mi?

İngiltere değil mi? Almanya değil mi? Bu bir felsefedir. Mevcut sorunlar bu felsefe içinde çözülebilir.”

 

 

Türkler asker millettir lafından niye rahatsız olunur onu da anlamadım. Bütün bu örnekler varken. Tarihe bakın. Tarihin nasıl yazıldığına bakın.”

 

 

“Bu coğrafyada askeri olarak güçlü olmazsanız yaşayamazsınız. Türkiye kendi bölgesinde güçlü olmak zorundadır. Caydırıcı olmak zorundadır. Caydırıcı olmazsanız, bazılarının yanlış hesaplar yapmasına, olmayacak işlere girişmesine neden olursunuz. Türkiye'nin gücü, Türkiye'ye karşı yanlış hesaplar yapılmasını engellemek içindir.”

 

 

“Bizim siyasete dahil veya müdahil olma gibi bir durumumuz yok. Olmayız. Bizim dediğimiz şudur: "TSK siyasetin içinde olmasın ama kimse de TSK üzerinden siyaset yapmasın." Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinden siyaset yapılırsa, bize rağmen sanki TSK siyasetin içindeymiş gibi algılanır.”

 

KAYNAK:

http://www.haberturk.com/yazioku.asp?id=11791

http://www.haberturk.com/yazioku.asp?id=11798

http://www.haberturk.com/HTYazi.aspx?ID=8082

 
 
 
Facebook'ta Paylaş
 
 
Yorum Yaz
Yazdırılabilir Sayfa Yazdırılabilir Sayfa | Word'e Aktar Word'e Aktar | Tavsiye Et Arkadaşlarına Gönder | Yorum Yaz Yorum Yaz | Facebook'ta Paylaş |

Bu habere toplam 1 yorum yazılmıştır.

Ertuğrul [ 22-Ağustos-2011, 23:05 ]
Kılıcımız Parladıkça

Günlerden birinde Venedik elçisi Antonio Justiniani'ye huzura kabul izni verilmişti. Sadrazam ve devlet erkanı bu ziyaretten hoşnud olmayacaklardı. Çünkü hem sultanın, hem de kendilerinin kılıkları pek perişandı. Venedik elçisinin onları bu halde görmesi devlet itibarını düşürecekti. Ama bunu sultana kim söyleyebilirdi? Devir, sultanın disiplin ve celalinden korkanların "İnşallah Yavuz Selim'e vezir olursun!" cümlesini beddua diye söyledikleri devirlerdi. Nihayet Hersekzade Ahmet Paşa bütün cesaretini toplayıp meseleyi hünkara açtı. O da itiraz etmedi ve "Pek doğru söylersin lala, cümle yeni esvaplar giyile!" buyurdu.

Elçinin geleceği gün Kubbealtı'nda divan toplantısı vardı. Vezirler toplantıyı bitirip hep birlikte sultanın yanına arz odasına geçtiler. İçeri girmeleriyle donup kalmaları bir oldu. Meğer sultan yeni hiçbir şey giymemişti. Yalnız elinde bir kılıç vardı ve tahtında otururken onunla oynuyor, pencereden vuran güneşin ışıkları kılıçta yaltırıklar oluşturup odayı dolduruyordu. Kimse hiçbirşey söyleyemedi. Nihayet elçinin geldiği bildirildi ve huzura kabul edildi. Adam kapı kenarında durup namesini takdim etti ve tercüman vasıtasıyla hükümdarın sorularını cevaplandırdı. Konuşma esnasında da hükümdar elindeki kılıçtan yansıyan parıltıları ara ara muhatabının gözüne doğru tutmaktaydı. Konuşma bitince elçinin gitmesine izin verildi. Ardından sultan Hersekzade'ye seslendi:

- Ahmet, var elçi beye sor, ağzını ara... Acep bizi nasıl bulmuşlar?!..

Hersekzade emir baş üzre deyip çıktı. Odada çıt çıkmıyordu. Nihayet paşa geri döndüğü vakit heyecan doruktaydı.

- Sordun mu Ahmet?

- Beli saadetlü hünkarım! "Kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki kendilerini göremedim bile", dediler.

Yavuz gülümsedi ve ayağa kalkıp parmağıyla basamaktaki kılıcı gösterdi:

- Kılıcımız parladıkça düşmanın gözü ondan ayrılıp bizi göremez. Ama Allah esirgesin, bir gün paslanır da yaltırıklanmazsa düşman bizi görmek değil, bir de tepeden bakar.

Yorumların tamamını okumak için tıklayın.

Güncel

En Çok Okunan Haberler

İletişim | Yazar Girişi | Kullanım Şartları ve Gizlilik | Sitene Ekle |